14 Aralık 2010 Salı

fotoğraflar

on gün kadar oluyor, yeni bir eve taşındım. hala kiradan kurtulamadım ve üstelik bu seferkine eşşek yüküyle ödüyorum... ama bunu sen de dert etmiyordun zaten, değil mi!

bu seferki evim çok güzel. biliyorum, güzellik anlayışımız genelde pek uyuşmuyor, ama ev güzelliği söz konusu olduğunda ortak noktalarımız daha fazla diye düşünüyorum. zaten bu ev bakımından tartışmamız da pek mümkün olmayacaktır. öncekiyle kıyaslanmaz desem? "öncekiyle ne kıyaslanabilir ki zaten" diyeceksin belki. evet o ev boktandı. ama balkonu, akşamları güneşinin batışı, geceleri aydedesi... bir de, evdi işte bir şekilde, evimdi. sevmeyip de ne yapacaktım!

ama bunu daha görür görmez vuruldum. ışığı da, şekli de, manzarası da çarptı beni. becerebilirsem önümüzdeki günlerde aydınlık bir zamanda çekeceğim bir fotoğrafını yükleyeceğim. ama seveceğine adım gibi eminim. beraber haliçe bakıp alkolik olacağız. bir dahaki 29 ekim fişeklerini ve boğaz köprüsü aydınlatmasını da buradan beraber seyrederiz.

taşınma telaşı sırasında annem de buradaydı. uzak bir kuzenin düğünü için gelmişti. ama ben aynı güne nakliyecileri ayarlayınca düğün hikaye oldu. iyi ki hikaye olmuş, yoksa biz hikaye olurduk. annemin burada olması nasıl da iyi oldu! elbette eşya taşıtmadım kadına, ama yerleştirme, çamaşırlar, mutfak işleri... hepsini benim halledemeyeceğim bir çabukluk ve mükemmellikte hallediverdi.

on gün kadar oluyor dedim ya, hala yerleştirmedim bir sürü şeyi. eski kanepemi ayrıldığım evde bıraktım. burası için yeni bir şey alacaktım ama kira, depozito, emlakçı parası derken iyice ayrılan kıçıma bir de kanepe sokamayacağım. bir ay bekleyecek. haliyle ben de bekleyeceğim. kanepe olmadan da eşya yerleştirmek içimden gelmiyor. ilk bir ay göçebe görüntüsü vereceğim; etrafta kutular, poşetler.

poşetleri yavaş yavaş boşaltıyordum aslında. ama bugün elimi attıklarımın ikisinden mektuplarım ve fotoğraf albümlerim çıktı. başladığım bütün işler duruverdi.

albümleri karıştırmaya başladım. ilki şişman bir bebek olduğum zamanlara ait. sonra sünnet fotoğraflarımla başlayana geçtim, ortaokul ve liseyi de aradan çıkardım.

askerlik fotoğraflarımdaki yakışıklı deniz subayı nereye gitti şimdi diye düşünmeye başlamıştım ki, karamürselde beni ziyarete geldiğiniz günden üç fotoğraf açıldı önümde. ikimiz bir masada kafa kafaya vermişiz, sigara içiyoruz(söylemeden geçemeyeceğim, keşke askere gitmiş olsaydın diye düşünüyorum sıkça. ama vardır bir hayır diyeceğiz artık). çok tanıdık geldi sahne, üzerimdeki asker kıyafetini ve aradan geçen yılların suratlarımıza kondurduklarını çıkar, sanki daha dün  çekilmiş.

üç şey düşündürdü bu üç fotoğraf bana :
1- seni
2- aslında dört tane olan bu fotoğraflardan en sevdiğimin(haliyle en yakışıklı göründüğümün), eski bir sevgilimde kalmış olduğunu ve B. filmleri daha sonra bulamadığı için bir daha bastıramadığımızı
3- B.'nin gelirken bir benzinlikten aldığı "gecenin maskesi" isimli romanla başlayan dean koontz maceramın şimdi ikinci rafı doldurmak üzere olduğunu

ardından asıl fenaları geldi: bedesten, devrane, bir yılbaşında izmir cumhuriyet meydanı ve bir sonbaharda çandarlı fotoğrafları.

ağlaya ağlaya baktım hepsine. güldüklerim de oldu, ama çoğunlukla ağladım. sadece sana değil. babama, dedeme, başka ölenlere, bebekliğini görüp büyüdüklerini bildiklerime, saçlarıma... "yitirdiğimiz masumiyetimiz"e ağlamadım, ama o günlerin saflığı içimi burktu biraz.

Ç'ye güldüm : sapına kadar devrimcisinden değildi belki, ama beline kadar uzun saçlısından bir odtülüydü. şimdi göbeği saldı salacak bir aile babası. devranede B. ve seninle bir pozu var, pişmiş kellelerinizi masanın üzerine koymuşsunuz, nasıl komiksiniz. nasıl tanıdıksınız o bakışlarınızla ve ruh halinizle.

bir tane de sen, ben ve Ç bedestendeyken. tişörtlerimizden bir yaz günü olduğu anlaşılıyor. mevsim itibarıyla sehpaya dönüşmüş olsa da gene o dandik katalitik(böyle mi yazılıyordu ki bu?) sobanın başındayız. arkada domino ve ören bayanlar, yukarıda fermuar ve bigudiler, önde bir demlik, çay bardakları ve bir paket kısa maltepe .. hani, çok klasiktir ama, büyümüşüz be. Ç'nin kısalan, benim dökülen saçlarımız sende sakal ve bıyık olarak boy vermiş, suratın adam suratı olmuş. eh, biraz da baban suratı. büyüdük diyorum ya, aslında yaşlandık. fotoğraflara baka baka ağlamamdan belli değil mi?

bu bayram (kurban bayramıydı, sen şimdi günleri hesaplayamıyor olabilir ya da bu yazdıklarımı okuduğunda karıştırabilirsin diye söylüyorum) babana uğradım gene. biraz tereddütlü ve sıkıntılıydım, nasıl anlatacağım adama nerede olduğunu, dahası neden olduğunu diye. ama ikinci fatihada çözüldü sorun. o zaten biliyormuş herşeyi, görüyormuş... bu arada, fatiha okumak manasız gibi görünebilir, ama yanlarına gittiğimde biraz konuştuktan sonra bundan başka bir şey gelmiyor aklıma. küçüklüğümüzden beri öğretilen iki iletişim yolu var olduğu için herhalde: biri bu, diğeri fincanı ters çevirip üzerine parmak bastırmak.

daha ne fotoğraflar çıktı ama yoruldum ağlamaktan. geldiğinde beraber bakıp gülmek ve içlenmek üzere kaldırdım hepsini... mektupları hiç ellemedim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder