24 Ağustos 2011 Çarşamba

denizde kocaman taşlar

2-3 gün önce geldim istanbula. bu seneki tatilimi de yedim bitirdim. gelene kadar hep aklımdaydı. hatta keşke bilgisayarımı da getiseydim, buradan da yazardım diye çok düşündüm.

ama muhtemelen yazamazdım. çünkü gene bir heyecan, bekleyiş, kaygı, ümit kargaşasının ortasındaydık. gene bir hareketlendik, allahım bu sefer olacak birşeyler galiba diyerek.

seninle ilgiliydi bu hareket ve heyecanımız elbette. çünkü somali birden ülke gündemine oturtuldu, oradaki açlık ve sefalet her gün televizyonlarda, gazetelerde. bizden de başbakan, dış işleri bakanı ve bir kısım zevat aileleriyle somaliye gittiler. umudumuz, dönüşte seni yanlarında getiremeseler bile, orada birebir kurulacak bağlantılar sayesinde artık dönmeni sağlamalarıydı.

B. tek başına bir kampanya merkezi gibi çalıştı o günlerde. mobilize olmuş ve iletişim manyağı haline gelmişti. bir yandan blogla uğraşıyor, diğer yandan facebook ve twittera laf yetiştiriyor, bir başka yandan da gazeteci ve televizyoncularla görüşüyordu. bugüne kadar, korsanların beklentilerini arttırmamak adına basınla doğru dürüst iletişime geçilmemişken, bir anda bir sürü yerde yazılıp çizilmeye, konuşulmaya başlandı. haliyle bu da ister istemez acayip umutlandırıyor insanı. her ne kadar sonradan hayal kırıklığına uğrayabileceğini bilsen de, artık devlet de tam manasıyla el attı bu işe, mutlaka neticelenecek diye düşünmemek mümkün değil.

ne oldu? güçlü devlet, dünya devi, mazlum ulusların umudu? tıss ve fısss...

tamam bir insanlık dramı yaşanıyor orada. tamam kadın, erkek, çocuk herkes zor durumda. tamam ben bir öğün açlığa dayanamazken ve burada dünya nimetlerinden olabildiğince faydalanırken, orada hayatlar bir damla suya muhtaç tükenip gidiyor. tamam, tamam, tamam... tamam da, 3 insanını kurtarmaktan aciz bir devletin kalkıp da oraları ihya etme çabasına girişmesi gerçekçi, samimi ve dahası doğru gelmiyor bana. öyle olunca açlık görüntülerine bakmıyorum televizyonlarda. çünkü içimin acımayacağından, hatta kızacağımdan korkup insanlığımdan da utanmak istemiyorum.

aslında kızıyorum. çok kızıyorum. birbirimize, bir vatandaşımıza böyle bir zamanda yardım edemeyeceksek toplumsal sözleşmeler imzalayıp bir devlet çatısı altında toplanmaya ne gerek var? neden kendimize yönetici seçiyoruz? birşey yapamayacaklarsa neden it gibi koşturarak kazandığımız paradan vergiler verip o yöneticilere ceylan derisi koltuklar alıyoruz; köşklerde yaşatıyoruz! neden asker polis yetiştiriyoruz! feshedelim sözleşmeyi, herkes başının çaresine baksın; adı belli olur en azından.

annen çok fena yaptı içimi. orada yanındayken salak bir yüz ifadesiyle, inşallah olacak, hayırlısıyla sonlanacak diye diye gülümsemeye çalıştım, ama aklımda hep B.'nin söyledikleri: "annem kaç gündür 'başbakan somaliye oğlumu getirmeye gidiyor' diyor, başka birşey demiyor." burnunun dibindeki bir annenin gözyaşını dindiremeyen umuduna karşılık veremeyen devletin, mazlumların kurtarıcılığına soyunması, en hafif tabiriyle şovdan başka bir şey değil diyorum öyle olunca.

B. desen, oğluna mı baksın, annesine mi annelik etsin, nefes mi alsın!.. içten içe bir perişanlık hissediyor da, dışarıdan öyle metanetli, öyle dengeli duruyor ki, görsen sen de gurur duyardın; gözlerin dolardı. abarttım mı? hayır. onun yanında ben de gayet metindim ama sonrasında gurur da duydum, gözlerim de doldu.

B.'nin yanında, annenin yanında diyip duruyorum ya, geçen hafta yani ayın 18'inde çandarlıdaydım. foçadan günübirlik de olsa geçebildim sonunda.

önce foça kısmından bahsedeyim biraz: çok görüşemediğimiz zamanlara denk geldi benim foçayla ilişkim. ben oraya gitmeye başladığımda sen kıbrısta takılıyordun. bir arkadaşımın arkadaşları olan bir karı-kocanın küçük bir oteli var, eski foçada. pek güzel, çok sakin bir ortam. bir çok arkadaşımın benden beklemediği ve inanmadığı kadar yalnız ve sakin tatiller yapıyorum 3 senedir orada.

geçen sene B.'ler çandarlıdayken gidecektim yanlarına. kamil koçun kliması çarpınca 2 günü odada geçirdim ve sonrasında da gidersem bulaştırırım diye kaldım. bu sene de thynin kliması çarptı. ama iyi dinlenip araya zaman koyarak gittim. gidemesem, uzun zamandır göremediğim B.'yi bir uzun zaman daha göremeyecektim yoksa.

annen içimi parçaladı, ablan gözlerimi doldurdu dedim ya! yeğenin de hayran bıraktı beni kendisine. o nasıl tatlılık, nasıl efendilik, nasıl bir ağırbaşlılık ve kendini bilirlik! hele o konuşması!.. şapşallaştım resmen. 2 yaşındaki bir çocuğu görmeye gidiyorum neticede, agu gugu konuşuruz bir şeyler derken, uykudan kalkıp E'nin kucağında geldiğinde benimle tanıştırdılar ve ilk şokumu yaşadım: 2 yaşındaki bir çocuk adımı nasıl bu kadar doğru ve eksiksiz telaffuz edebildi? kendi yeğenim 5 yaşına kadar seğdan diyip durmuştu. hadi onu tesadüfen becerdi, ya sonraki cümleleri? cümle diyorum!. bildiğin özneli, tamlamalı, yüklemli ve mantıklı cümleler. nasıl olduğunu hatırlayamadım şimdi, ama adımı söylerken bir şekilde kardanadamdan serdaradama gelişi ayrıca içimin yağlarını eritti. hani B.'den şahane bir çocuk zaten bekliyordum, ama bu kadarı da pek bi maşallahlık. bu vesileyle bir kez daha maşallah demiş olayım.

B. ve E ile çandarlının içine gittik bir ara, P uyurken. bir garip geldi sensiz. en son yıllar önce bir ekim-kasım haftasonunda beraber gidişimizi hatırladım. senin saçların uzundu o zaman. birbirimizin gizemliadam pozlarını çekmiştik. ama poz vericem diye debelenirken üstüme gelen dalga şebelekadama döndürmüştü beni. bir de deniz bisikleti kiralamıştık. nasıl kandım sana? denizler geç ısınıp geç soğur, şimdi su çok güzeldir diyip verdiğin gazla atlayıvermiştik denize. ulan demiştim, çandarlının suyunu ondan iyi mi bilicem? sıcaktır herhalde!.. nah sıcaktır. kalp krizi geçiriyorduk ikimiz de az daha. can havliyle nasıl geri tırmanmıştık! nasıl da gülmüştük sonrasında, titreye titreye. kasım ayında çandarlıda denizin ortasında bir denizbisikleti üzerinde iki ıslak kedi yavrusu.

Çandarlı çandarlı gibi gelmedi bu sefer. ya da ben öyle görmek istemedim. B. ile fazla anımız yok orada. ya da seninle olduğu kadar anımız yok... heheheh, B.nin kustuğu geceyi hatırladım şimdi. bir de ev arkadaşım Ö ile geldiğimizde dönerken çandarlı garajında bizi yolcu ettiğiniz sahneyi... B. ile sanki dışarıda her hangi bir yerde görüşmüşüz ya da ben yeni evlerine ziyarete gitmişim gibi hissettim. aslında yeni bir ev var ortada, ama anla işte. çandarlı bana B.'den çok seni hatırlatır. sen olmayınca hatırlamak istemedim.

denizköye gittik beraber. P yüzmedi, biraz cıpcıpladı suda, daha çok kumsalda bir kızla oynadı. kızla yaşıttılar ama sanırım olgun kadınlardan hoşlanacak ileride, hiç pas vermedi kıza. dengi değildi zaten.

kalmam için ısrar etti B., E ve annen. ama kalmak istemedim. hem genel halim, yapım müsade etmedi buna, hem de sensizlik. dönüşte arabayla çandarlıya doğru tırmanırken, B. telefonla konuşur, E de fonda çalan çocuk şarkılarına eşlik etmesi için P'ye laf atarken arkamdaki çocuk koltuğundan bir ses geldi: "denizde kocaman taşlar". acaba dedim, şarkının içinde geçen birşey mi bu? B.'ye sordum, ne diyor P diye. o da şaşırdı. bir kaç kere daha tekrar etti P, o güzel ve anlaşılır türkçesiyle, "denizde kocaman taşlar, denizde kocaman taşlar". bir baktım sağıma, denize, 2-3 küçük adacık. bir ada olmak için çok küçükler, ama denizde taş olmak için de kocaman.

çok benzettim sana. dayısının yeğeni. bir kamerası eksik elinde. dayısı da denizde, kocaman bir taşın değil ama, kocaman bir kayığın içinde. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder