6 Kasım 2011 Pazar

Bir video

Korsanlar sizi videoya cekmis. Sanirm Gurculere gondermisler ve onlar da internete koymus. Dun sizi izledik. Seni gorduk.
Oncelikle hayattasin, cok sukur. cok cok sukur. Ilk onun mutlulugunu hissettim.
Bekledigimden iyi gorunuyorsun. Cok zayiflamissin ama sandigimdan daha az. Saclarini sakalini kesebilmissin. Kiyafetlerin parca parca olmustur o kadar zamanda diye dusunuyordum, size kiyafet vermis korsanlar. Sigara icenler vardi, demek ki sigara veriyorlar size, demek ki belli bir isbirligi var aranizda. Kimse hasta gorunmuyor. Korku yok gozlerinizde, bezginlik var, bikkinlik. Korku olmamasi iyi.
Seni gormek. Aylar sonra. Yok gibiydin. Sesin, halin nasil bilemiyordum. Cok korkunctu o his. Basedemiyordum, delirtici birsey. Var oldun yine. Sanirim en cok bu iyi geldi. Tamam oradasin. Orasi cok kotu ama oradasin, gordum. Elini beline koydun. Bobregi mi agriyor acaba? Yok, yapar hep boyle Fuat dedi Birsen. Kolunu kasidin. Bir sikintin mi var? Herkes sakin oturuyor, kameraya bakiyor. Sen surekli kafani ceviriyorsun, kipirdaniyorsun? Cok mu streslisin? Seni hala kurtaramadigim icin bana kizginlini mi goreyim istiyorsun? Shen, uykudan yeni uyanmis bence diyor. Birsen 'hep boyle kipirdanir o zaten' Erol "normal fuat. killanmistir o durumdan. ustelik size nasil gorunecegini dusunuyordur, digerleri onun kadar takmiyor olabilir'
Evet aslinda o sensin iste. Degismemissin. Senin agresyonun, rahatsizligin, kabullenmeyen halin. Daha iyi belki de. Seni kabullenmis bir cokuntu halinde gorsem cok daha kotuydu. Sen kendini kaybetmemissin.
Bugun ise dunku iyi hislerim yerini yepyeni bir huzne birakti. Dun gordum seni videoda. Dun 'hah dedim, iste fuat burada, cok sukur'. e bugun? Hala oradasin. Yarin hala orada olacaksin. 17 aydir hep oradasin. Daha kac ay orada olacaksin. Izlerken 5 dk bile cok uzun degil miydi? Vakit gecmiyordu devinimsiz bir tutukluluk halinde. Nasil gecti onca ay? Nasil gececek kalan aylar?
O sandalyede biraktim seni. Belini tutarken, sikintili sikintili kafani cevirip dururken. Ben boguluyorum dusununce, ah sen ne hissediyorsun?
Ama neyse, cok sukur. Sen hala sensin. Gordum. Geleceksin. Hemen toparlayacagiz, saracagiz yaralari. Eskisi gibi olacagiz, hatta daha da ote.
Cok ozledim canim kardesim seni. Benim bu hayattaki diger parcam. Gel artik saglikla. Gel bir daha birakmayacagim seni.
Yazmakta cok zorlaniyorum senle ilgili duygularimi. Onemliydi o videoyu gormek, kalsin istedim bunlar kayitta. Geldiginde oku. Sen orada belini tutup kafani kasirken bize ne oldu, bil.
Seni cok seviyorum.

30 Ekim 2011 Pazar

hürriyete doğru

akşam oluyor. süleymaniyenin ve hangisinin hangisi olduğunu karıştırdığım eyüp ve fatih camilerinin ışıkları yandı. fonda soluk sarı-mor bir ufuk, üstünde de iniyor mu, kalkıyor mu bilemediğim uçaklar. aşağıda unkapanı köprüsü, sabaha karşı yapılan bakımları haricinde zaten hiç durmadan akan trafiği pazar akşamında daha bir coşmuş. haliçin üstündeyse neye uğraştıklarını aylardır çözemediğim vinçleri taşıyan iki duba ile ara sıra ışıkları parlayan balıkçı motorları.

geçen yazın sonuna doğru O ile (hani kaset faciasına imza atan eski ev arkadaşım) haliç kenarında bir öğle yemeğinde, galata köprüsüne balık tutmaya gittiğimiz sabahları hatırladık. işe de gittiğim halde, her cumartesi hiç aksatmadan ve üşenmeden, hava durumuna da bakmadan kalkıp giderdik. balık tutmaktan anladığımdan değil. zaten balık sevmediğim gibi, hem tiksindiğim hem de ellemeye korktuğum için birşey takılmasın diye dua ederek sallardım oltayı. lakin ortam büyüleyiciydi. saat dörde doğru O gelip alıyordu beni. arabayı köprünün üzerine parkedip oltaları hazırlıyor, sonra da virabismillah diye salıp sigaralarımızı yakıyorduk. büyünün startı yenicamiden çınlayan allahuekberle başlıyor, köprünün ve caminin ışıklarında dönen martıların ciyaklamaları, üsküdar tarafından doğdu doğacak güneşi haber veriyordu. fazla yağlı oluyor diye seyyarların poaçalarına itibar etmiyordum da, avcuma doldurduğum şeker sayısıyla gözleri büyüyen termosçulardan aldığım demli çayların tadına doyum olmuyordu.

işte geçen yaz o günlerden konuştuk, o öğle yemeğinde. bir ara gene gidelim derken, motor alsak aslında, onunla çıksak balığa ne güzel olur dedi O. almaya ne gerek var diye atladım, konuşuruz bi balıkçıyla, sabah çıkarken bizi de alır. on dakika sonra konuşmuştuk. yan tarafta, suürünlerivırtzırtkooperatifi tabelalı yıkık dökük bir barakada arkadaşlarıyla kağıt oynayan klasik türk filmi balıkçısı tipli bir abi istediğimiz bir sabah erkenden gelebilirsek onunla açılabileceğimizi söyledi.

ertesi cumartesi gün doğmadan, deniz daha bembeyaz bile değilken haliç üzerinde patpatlarla ilerleyen bir motorun üstündeydik. emin igüse öykünen/höyküren fısıltımla, bir ezginin günlüğü şarkısını hayata geçiriyordum. silkelenecek ağlarımız yoktu ama, bende adet yerini bulsun diye taşıdığım bir olta, O'da profesyonel malzemeler, balıkçıda ise dalga başladığında görürüm sizi diyen bir bakışla, gayet şen bir şekilde açıldık haliçten marmaraya.

marmara dediğim, biraz sarayburnu(ki deli bir akıntısı varmış, motor çalışıp durduğu halde hep aynı noktada kalmamızdan anladım), biraz da kabataş önlerinde takıldık. ben oltayı laf olsun diye salladım, sonrasında bağdaş kurup güneşin doğuşunu izledim. O ise, çok güvendiği malzemeleri fos çıkıp misinası kopup durduğundan, balıkçının verdiği babaçapariyle iki kilonun üstünde balık tuttu, sanırım istavritti. daha fazla da tutardı herhalde ama şehirhatlarının sefere başlamasıyla artan dalgalardan mütevellit deniz tutmasıyla kustu kusacak, hatta öldü ölecek bir hale geldiğinden balıkçıdan özür dileyerek açık deniz maceramızı erken bitirmek zorunda kaldık. balıkçı abinin sizi gidi apartuman çocukları diyen şefkatli bakışıyla, bir daha dönmemek üzere motoru terkettik.

geçen yaz dedim ya anlatırken, şimdi farkettim ki, geçen değil, bir önceki yazmış. üstünden bir yaz daha geçmiş olan o yaz. gidişinden hemen önceki yaz. seni en son gördüğüm, yağmur altında asmalımescitte içtiğimiz, iki arada bir derede panikatak hastası kardeşi için suata metanet ve psikiyatrist tavsiye ettiğimiz yaz. bir küçüğü bitirdikten sonra, badehanede birer bira atıp galata yokuşundan aşağı doğru sallandığımız, benim eve girdiğim, seninse karaköye, iskeleye yollandığın yaz. o günden beri her gittiğimde suatın seni sorduğu, bir haber var mı diye gözümün içine baktığı yaz.

bir yılı geçti. inanamıyorum. inanamadığım gibi, her aklıma geldiğinde kalbim sıkışıyor. böğrüme bir taş oturuyor, bir el bütün organlarımı sıkıyor.

bu blogun ilk günlerinde, bu eve yeni taşındığımda, cumhuriyet bayramına kadar nasılsa gelmiş olacaksın diye düşünmüş, boğaz köprüsünde yapılacak havai fişek gösterisini beraber izleriz diye yazmıştım. hiçbiri olmadı. ne sen geldin, ne havai fişekler patladı.

gazeteler ve televizyonlar, teröre ve depreme bağlıyorlar köprünün cumhuriyet bayramında sessiz ve fişeksiz kalmasını, bense sensizliğe. bir hayal kurmuş ve bir bakıma da söz vermiştim. ekime girdiğimizden beri de aklımda hep fişekler ve sen. hem umut ediyordum, o zamana kadar geleceksin belki de; hem de korkuyordum tek başıma izlemek zorunda kalırsam, çok ağlarsam diye. fişeklerin iptal edilmesi ilahi bir işaret gibi geldi. sanki sen gelmedin diye belediye başkanı erteledi bütün kutlamaları, hay allah dedi encümen üyeleri, ekime de yetişemedi, neyse bekleyelim de gelsin, o zaman patlatırız hepsini. fişekler uçuşsa, köprü renklense, ben kararacaktım. aklımda savaşıp durduğum korkular daha bir canlanacak, kötü ihtimaller çullanacaktı üzerime. ama dün gece o fişekler patlamadı ya, son günlerin en rahat uykularından birini uyudum.

bu akşamsa gene karanlığım, karamsarım. bir taraftan, hiç haber olmaması iyi haberdir diyorum, bir taraftan delirmenin sınırlarında gezindiğimi hissediyorum. ama havai fişeklerin sessizliği güç veriyor bana. hiç düşünmezdim, çin işi bir icattan fal tutacağımı, ümitlerimi ise belediyenin inisiyatifine bırakacağımı.

günlerdir varmıyordu elim yazmaya. tuşlara dokunmak bile istemiyordum. şimdi hem yazıyor, hem de bugünleri konuşurken sana anlatacaklarımı hayal ediyorum. yazarken başımı haliçe doğru çevirip etrafa bakıyorum. onca cami içinde en güzeli süleymaniye; hem de daha ışıklı, hem de daha yakın. kenarında bir hilal var şimdi. şarkıda diyor ya, "adalarında bahar, süleymaniyende güneş"!? buradan bakınca süleymaniyede hilal daha güzel... süleymaniye büyük ve sakin, hilal ince ve parlak, fişekler suskun ama ümitli, ben deli gibi özlemiş... seni bekliyoruz.

30 Eylül 2011 Cuma

stand by me

gün bitmedi, akşam olmadı; büronun içinde dört döndüm. sıkıntıdan saçma sapan işlerle uğraştım, hiç gereği olmayan dilekçeler yazdım, eski yazdıklarımı bozup yeniden kurdum. yemek yaptım, herkesin karnını doyurdum; bir içimi dolduramadım. kocaman bir boşluk.

boşluk kocaman, ama o kabına sığamaz, boğulup patlayacak gibi şişen ruhu neyle açıklayacağım? dar attım kendimi eve. akşama kadar şu dakikaların hayalini kurmuştum: yağmur sonrası yarı açık gökyüzünde bulutlar, rengarenk gün batımı; sarısı çokça, turuncusu mebzul miktarda, grisi efendi. az önce ip gibi bir hilal de yükseldi, süleymaniyenin ışıkları yandığında minarelerin tepesine kuruldu.

kulakları ihmal etmek de olmaz(hele benimkiler gibisini!), çok sevdiğim, çoktan da çok dinlediğim, ölene kadar da severek dinlemeye devam edeceğim bir albüm çalıyor.

yıllar önce lisedeyken bluejeanin bir tanıtım yazısında görüp, ilk ve haliyle platonik aşklarımın seyir defteri gibi duran karışık kasetleri hazırlattığım kanaat müzikteki nusret abiyi her gidişimde sora sora bunaltarak en sonunda getirttiğim kasedini belki yüzlerce kez çevirmişimdir başka başka teyplerde. kaset en sonunda, istanbula geldiğimdeki ev arkadaşım O tarafından, benim evde olmadığım bir akşamda "aaa, ne güzelmiş bu, vik vik vik" diyen bir kıza hoyratça hediye edilmiş, O ise, bir akşam dinlemek için arayıp da bulamamamı müteakip kendisinden akıbetini öğrendiğimdeki yırtınmalarımı, kendimi duvardan duvara vurmalarımı, kızıp bağırmalarımı, yastıklara kafa, duvarlara tekme atmalarımı, giden kasedin ardından sanki nişanlım işgalci yunan askerleri tarafından tecavüz edilip kirletilmek üzere kaçırılmış veya kızkardeşim pavyona düşmüş de oradan adana genelevine satılacakmış gibi tuttuğum yası anlamlandıramamış; sadece "skiim kasedini, alırız yenisini, nolcak oğlum" diyerek son derece soğukkanlı ve profesyonel bir yaklaşımla beni sakinleştirmeye çalışmıştı. artık ikibinli yıllarda olduğumuzu, kaset denen şeyin antika muamelesi gördüğünü ve bir mucize olmazsa artık nah bulunacağını anlatma çabasına bile giremedim... sonrası sadece acı ve gugukkuşundakielektroşoktanyeniceçıkmışceknikılsınbakışları.

2-3 yıl sonraydı. cd yapmışlar albümü. görür görmez üstüne atladım. o günden beri dön babam dön çalıyor. bazen ya bozulursa diye bir tane de yedek alsam mı diyorum. ah, bir de arizona dream soundtracki var. hem gülerken hem de ağlarken dinlediğim, yine ölene kadar da dinleyeceğim.

O'ya kızgınlığım hala devam ediyor. ya da kızgınlık değilse de bir kırgınlık. en azından unutamıyorum. malum, yengeç affeder belki, ama asla unutmaz. sen de biliyorsun bu huyumu ve O kadar ağır küfürlerle değil belki ama, surat asmalarım, ters cevaplarım ve kızgın bakışlarımla muhatap olmuşluğun var. şimdi de diyeceksin ki, "hastasın sen oğlum, kaset gittiyse gitti, bak cdsi var elinde, daha bile iyi değil mi!"

cdsi de olsun ama kaset de dursaydı ya diyorum bense. sen bunu genelde mülkiyetçi kişiliğime, kimi zaman da bencilliğime bağladın. bencil davranışlarım olduğunda zaten hemfikiriz de, mülkiyetçilikten kastımız hep farklı oldu. özellikle bu tarz eşyalar konusunda. evimi arabamı paramı alsınlar, ama ilkokuldan kalma çöpten adam çizimlerime ya da ilk öpüşmemin ertesi günü aldığım örümcekadam sayısına yan gözle bile bakmasınlar. ben satın aldığım günü hatırlıyorum o kaseti gördüğümde, elime aldığımda; o yaşıma dönüyorum, o çalarken yaptığım araba yolculuklarını, sınav gecelerini, sevişmelerimi, rulo yapılmış ders notu görünümlü mikrofonumla şirinyerdeki evde binlerce seyirciye verdiğim konserleri, o konserler esnasında arkamdaki her renkten kızla sahnede gerçekleştirdiğim inanılmaz dans gösterilerini, gecenin köründe bir başıma ağlamalarımı.

sen bunu da anlıyorsun da, abarttığımı düşünüyorsun... abartıyorum da sanırım. ortasını bulamaz mıydık? ben biraz daha makul davranır, neticede söz konusu olanın bir eşyadan ibaret bulunduğunu ve asıl hatıranın elimde değil içimde durduğunu, senin açındansa karşındakinin hıyar bir yengeç olduğunu kendimize hatırlatsak, bulurduk. ama istemedik ki!. biz böyle güzeliz. kızar, dövüşür, surat asar, sonra birbirimize sırıtırız. işte olur biter(böylece o eşyaya bir hatıra daha yüklenir ve ben iyice psikopata bağlarım, ama buna hiç girmeyelim şimdi).

(B.'ye not: biliyorum ki, bunları okuduğunda aklına ilk gelecek olan, lisede kitaplığımın üstüne astığım "lütfen ödünç kitap istemeyin, 'sen yabancı değilsin, alabilirsin' desem bile istemeyin" yazısı olacak... hastalıklı olduğumu hiç inkar etmedimki!. hem yirmi yıldan fazla zaman geçti, artık bu kadar durmasak üstünde?)

gene çokça kendimden bahsettim, değil mi? ara sıra, önceden yazdıklarımı okuduğumda farkediyorum bunu. biraz normal herhalde, günlerimiz sensizken yazdıklarımın yaşadıklarım ve hissettiklerim olması. yazmaya başladıktan sonra ister istemez kendime, içimdekilere kayıyor elim.

ama seni çok düşünüyorum. yazamasam da aklımın köşelerini hep sen meşgul ediyorsun. napıyorsunları, ne yiyip ne içiyorsunları geçtim de, en çok başta anlattığımdaki gibi anlarda, sakin, güzel zamanlarda düşünüyorum seni. kötü hissediyorum önce, sen oralarda kimbilir ne hallerdeyken burada keyif yapabilmek hem utandırıyor hem de üzüyor beni. sonra umudumu sevip okşuyorum, seni oradan kurtaramasam da senin için kendimi karamsarlıktan kurtarıyorum.

yazamıyorum. yazmayı çok istiyorum. aklımda anılar dönüyor, bu anıları söze döküyorum, yazıya dökemiyorum. yeni yeni olaylar geçiyor başımdan, anlatamıyorum. tek bir anın hayaliyle yaşıyorum, mezeler geldiğinde rakı kadehleri çınlayacak ve ilk yudumun ardından ilk sigaralar yakılacak. bilbo baggins'in müthiş eseri "batısınırları kırmızı kitabı"nda yer alan "gittim ve döndüm" başlıklı öyküsünü henüz yazmaya başladığında düşündüğü güzel son, "...ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar"daki gibi.

arasını nasılsa yaşayacağız. bu seferlik de yoldan, yolculuktan ziyade varılacak yer önemli olsun.

o varacağımız yerde, mezeleri, yaprak ciğeri, muska böreğini ve rakıyı bitirdikten sonra elimizde birer sigarayla sallana sallana eve yürüyecek, merdivenleri iki ileri bir geri tırmanıp içeri girer girmez biraları açacak, cd çaların sesini en sona getirip Ben E. King dinleyecek, rulo yapılmış gazete kağıdı görünümlü mikrofonlar elimizde "stand by me" diye böğürecek, gözümüzden yaş gelene kadar sarhoş kahkahaları atacağız.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

iftara doğru

bayram geldi, sen gelmedin.

geçen bayram babana uğradığımı yazmıştım, nasılsa bir dahakine kadar gelmiş olursun diye düşünüyordum.

çok zor be oğlum... sana daha da zor, ama burası da inan hiç kolay olmuyor. üzülerek sevdiğim laflardan biridir : el intizar, eşeddü minen nar/beklemek ateşten daha şiddetlidir-yakıcıdır.

babana uğradık bugün. her seferinde bulmakta zorlanır mı insan? ben zorlanıyorum valla. üstteki ağaç baya büyümüş, aslında gerçek manada bir ağaç olmuş. bir ara budamak lazım. aynı adada dört döndük bulucaz diye... gene parmak basmadım fincana.

bayram tatili için afyondayım. burası bildiğin afyon. bir kaç bina ekleniyor, insanlar kendini avutsun diye alışveriş merkezleri açılıyor(bu iktidarın elle tutulur iki icraatı var zaten; yol ve alışveriş merkezi yapmak). onun dışında bi bok olmadığı gibi, malesef gün günden daha da muhafazakarlaşıyor. lakin bana tamamen yalan gelen bir muhafazakarlaşma.

çoğu arkadaşımı biliyorsun zaten. onların yaşama karşı bu manadaki samimiyetlerinden zerre şüphem yok. ama ortalık lafta müslüman, özde bomboş gösterişçi insanlardan geçilmiyor. bahadırın bi karikatürü vardı, cami duvarına allah yok, din yalan yazıldı karikatürde diye linç kampanyası başlattılar. ama buradaki tipleri görünce doğruluğunu da anlıyorsun bu lafın. her şey menfaat, herşey gösteriş. gerçi anadolunun neresine gidersen git bu böyle artık. öyle fena şeyler oluyor ve olacak ki, düşündükçe ağlayasım geliyor.

ramazan geldi diye beyoğlunda bile yapmadıklarını bırakmadılar. ulan ramazan geldiyse geldi, sana ne benim ne yaptığımdan, bana ne senin ne yaptığından. ama yok, laik bi ülkede değilmişiz gibi(ki uygulamaları gördükçe değiliz herhalde diye düşünüyorum) her şey din ekseninde döndürülüyor. aslında dönmüyor da, öyleymiş gibi gösterip birbirlerine yalakalık yapıyorlar. ramazana özel hırbolukların bini bi para. kendimi azınlık hissediyorum, ama malesef ileri demokrasimizde azınlıklara geri kalmış avrupa demokrasilerindeki gibi değer verilmiyor.

ramazan deyince hatırlatmamak olmaz; bugün annemlere, kuzenlere falan da anlattım, gülmekten katıldılar... bi yılbaşı bize gelmiştin, izmire. hemen ertesinde de ramazan başlıyordu. yanına bir de kutu oyunu(borsa) alıp gelmiştin. Ö de ben de ne getirdin oğlum bunu, kim oynayacak, önümüz yılbaşı, içki kızlar dans... oyuna vakit mi olacak demiştik... yılbaşında yedik içtik sıçtık. ertesi akşam iftar saatine doğru ayıldığımızdaysa yapacak bir şeyimiz(!) olmadığı için açtık kutuyu. sabah güneş doğana kadar al caddebostanı, ver bebeği, sat haydarpaşayı yapmıştık, bağıra çağıra, küfürlerle, gülüşmelerle. bir ertesi akşam karşı komşumuz ali abi (ki kendisi fuarda göl gazinosunu işleten bi ağır abimizdi) kapıyı çalıp sıcacık bir pide ve çorba getirdiğinde önce şaşırmış, sonra aymıştık, adam sabahın köründe gürültüleri duyunca haliyle, yazık öğrenci çocuklar sahura kalkmış diye ikramda bulunmak istemişti. bu ikramlar 3-4 gün daha sürdü. bizim sabahlara kadar borsa gürültümüz de. nihayet bi akşam kapı çalıp pide geldikten sonra oyuna ara verip peynir reçelle pideyi yerken gene kapı çaldı ve hıyar Ö ağzına tıkıştırdığı kocaman lokmaları çiğneye çiğneye kapıyı açmaya gitti. çorbayı, sıcak kalsın diye pideden sonra ve iftardan hemen önce getiren ali abi karşısında pek şık olmadı bu hareket tabii ve o akşamdan itibaren sıcak pidelerle vedalaştık.

hala gülerken bitiriyorum yazıyı. beraber gülerken de okusak ya!?

not: B.ler haftaya gidiyor. onlar gitmeden gelsen iyi olur diye düşünüyorum. yoksa ben tek başıma gideceğim uğurlamaya.




24 Ağustos 2011 Çarşamba

denizde kocaman taşlar

2-3 gün önce geldim istanbula. bu seneki tatilimi de yedim bitirdim. gelene kadar hep aklımdaydı. hatta keşke bilgisayarımı da getiseydim, buradan da yazardım diye çok düşündüm.

ama muhtemelen yazamazdım. çünkü gene bir heyecan, bekleyiş, kaygı, ümit kargaşasının ortasındaydık. gene bir hareketlendik, allahım bu sefer olacak birşeyler galiba diyerek.

seninle ilgiliydi bu hareket ve heyecanımız elbette. çünkü somali birden ülke gündemine oturtuldu, oradaki açlık ve sefalet her gün televizyonlarda, gazetelerde. bizden de başbakan, dış işleri bakanı ve bir kısım zevat aileleriyle somaliye gittiler. umudumuz, dönüşte seni yanlarında getiremeseler bile, orada birebir kurulacak bağlantılar sayesinde artık dönmeni sağlamalarıydı.

B. tek başına bir kampanya merkezi gibi çalıştı o günlerde. mobilize olmuş ve iletişim manyağı haline gelmişti. bir yandan blogla uğraşıyor, diğer yandan facebook ve twittera laf yetiştiriyor, bir başka yandan da gazeteci ve televizyoncularla görüşüyordu. bugüne kadar, korsanların beklentilerini arttırmamak adına basınla doğru dürüst iletişime geçilmemişken, bir anda bir sürü yerde yazılıp çizilmeye, konuşulmaya başlandı. haliyle bu da ister istemez acayip umutlandırıyor insanı. her ne kadar sonradan hayal kırıklığına uğrayabileceğini bilsen de, artık devlet de tam manasıyla el attı bu işe, mutlaka neticelenecek diye düşünmemek mümkün değil.

ne oldu? güçlü devlet, dünya devi, mazlum ulusların umudu? tıss ve fısss...

tamam bir insanlık dramı yaşanıyor orada. tamam kadın, erkek, çocuk herkes zor durumda. tamam ben bir öğün açlığa dayanamazken ve burada dünya nimetlerinden olabildiğince faydalanırken, orada hayatlar bir damla suya muhtaç tükenip gidiyor. tamam, tamam, tamam... tamam da, 3 insanını kurtarmaktan aciz bir devletin kalkıp da oraları ihya etme çabasına girişmesi gerçekçi, samimi ve dahası doğru gelmiyor bana. öyle olunca açlık görüntülerine bakmıyorum televizyonlarda. çünkü içimin acımayacağından, hatta kızacağımdan korkup insanlığımdan da utanmak istemiyorum.

aslında kızıyorum. çok kızıyorum. birbirimize, bir vatandaşımıza böyle bir zamanda yardım edemeyeceksek toplumsal sözleşmeler imzalayıp bir devlet çatısı altında toplanmaya ne gerek var? neden kendimize yönetici seçiyoruz? birşey yapamayacaklarsa neden it gibi koşturarak kazandığımız paradan vergiler verip o yöneticilere ceylan derisi koltuklar alıyoruz; köşklerde yaşatıyoruz! neden asker polis yetiştiriyoruz! feshedelim sözleşmeyi, herkes başının çaresine baksın; adı belli olur en azından.

annen çok fena yaptı içimi. orada yanındayken salak bir yüz ifadesiyle, inşallah olacak, hayırlısıyla sonlanacak diye diye gülümsemeye çalıştım, ama aklımda hep B.'nin söyledikleri: "annem kaç gündür 'başbakan somaliye oğlumu getirmeye gidiyor' diyor, başka birşey demiyor." burnunun dibindeki bir annenin gözyaşını dindiremeyen umuduna karşılık veremeyen devletin, mazlumların kurtarıcılığına soyunması, en hafif tabiriyle şovdan başka bir şey değil diyorum öyle olunca.

B. desen, oğluna mı baksın, annesine mi annelik etsin, nefes mi alsın!.. içten içe bir perişanlık hissediyor da, dışarıdan öyle metanetli, öyle dengeli duruyor ki, görsen sen de gurur duyardın; gözlerin dolardı. abarttım mı? hayır. onun yanında ben de gayet metindim ama sonrasında gurur da duydum, gözlerim de doldu.

B.'nin yanında, annenin yanında diyip duruyorum ya, geçen hafta yani ayın 18'inde çandarlıdaydım. foçadan günübirlik de olsa geçebildim sonunda.

önce foça kısmından bahsedeyim biraz: çok görüşemediğimiz zamanlara denk geldi benim foçayla ilişkim. ben oraya gitmeye başladığımda sen kıbrısta takılıyordun. bir arkadaşımın arkadaşları olan bir karı-kocanın küçük bir oteli var, eski foçada. pek güzel, çok sakin bir ortam. bir çok arkadaşımın benden beklemediği ve inanmadığı kadar yalnız ve sakin tatiller yapıyorum 3 senedir orada.

geçen sene B.'ler çandarlıdayken gidecektim yanlarına. kamil koçun kliması çarpınca 2 günü odada geçirdim ve sonrasında da gidersem bulaştırırım diye kaldım. bu sene de thynin kliması çarptı. ama iyi dinlenip araya zaman koyarak gittim. gidemesem, uzun zamandır göremediğim B.'yi bir uzun zaman daha göremeyecektim yoksa.

annen içimi parçaladı, ablan gözlerimi doldurdu dedim ya! yeğenin de hayran bıraktı beni kendisine. o nasıl tatlılık, nasıl efendilik, nasıl bir ağırbaşlılık ve kendini bilirlik! hele o konuşması!.. şapşallaştım resmen. 2 yaşındaki bir çocuğu görmeye gidiyorum neticede, agu gugu konuşuruz bir şeyler derken, uykudan kalkıp E'nin kucağında geldiğinde benimle tanıştırdılar ve ilk şokumu yaşadım: 2 yaşındaki bir çocuk adımı nasıl bu kadar doğru ve eksiksiz telaffuz edebildi? kendi yeğenim 5 yaşına kadar seğdan diyip durmuştu. hadi onu tesadüfen becerdi, ya sonraki cümleleri? cümle diyorum!. bildiğin özneli, tamlamalı, yüklemli ve mantıklı cümleler. nasıl olduğunu hatırlayamadım şimdi, ama adımı söylerken bir şekilde kardanadamdan serdaradama gelişi ayrıca içimin yağlarını eritti. hani B.'den şahane bir çocuk zaten bekliyordum, ama bu kadarı da pek bi maşallahlık. bu vesileyle bir kez daha maşallah demiş olayım.

B. ve E ile çandarlının içine gittik bir ara, P uyurken. bir garip geldi sensiz. en son yıllar önce bir ekim-kasım haftasonunda beraber gidişimizi hatırladım. senin saçların uzundu o zaman. birbirimizin gizemliadam pozlarını çekmiştik. ama poz vericem diye debelenirken üstüme gelen dalga şebelekadama döndürmüştü beni. bir de deniz bisikleti kiralamıştık. nasıl kandım sana? denizler geç ısınıp geç soğur, şimdi su çok güzeldir diyip verdiğin gazla atlayıvermiştik denize. ulan demiştim, çandarlının suyunu ondan iyi mi bilicem? sıcaktır herhalde!.. nah sıcaktır. kalp krizi geçiriyorduk ikimiz de az daha. can havliyle nasıl geri tırmanmıştık! nasıl da gülmüştük sonrasında, titreye titreye. kasım ayında çandarlıda denizin ortasında bir denizbisikleti üzerinde iki ıslak kedi yavrusu.

Çandarlı çandarlı gibi gelmedi bu sefer. ya da ben öyle görmek istemedim. B. ile fazla anımız yok orada. ya da seninle olduğu kadar anımız yok... heheheh, B.nin kustuğu geceyi hatırladım şimdi. bir de ev arkadaşım Ö ile geldiğimizde dönerken çandarlı garajında bizi yolcu ettiğiniz sahneyi... B. ile sanki dışarıda her hangi bir yerde görüşmüşüz ya da ben yeni evlerine ziyarete gitmişim gibi hissettim. aslında yeni bir ev var ortada, ama anla işte. çandarlı bana B.'den çok seni hatırlatır. sen olmayınca hatırlamak istemedim.

denizköye gittik beraber. P yüzmedi, biraz cıpcıpladı suda, daha çok kumsalda bir kızla oynadı. kızla yaşıttılar ama sanırım olgun kadınlardan hoşlanacak ileride, hiç pas vermedi kıza. dengi değildi zaten.

kalmam için ısrar etti B., E ve annen. ama kalmak istemedim. hem genel halim, yapım müsade etmedi buna, hem de sensizlik. dönüşte arabayla çandarlıya doğru tırmanırken, B. telefonla konuşur, E de fonda çalan çocuk şarkılarına eşlik etmesi için P'ye laf atarken arkamdaki çocuk koltuğundan bir ses geldi: "denizde kocaman taşlar". acaba dedim, şarkının içinde geçen birşey mi bu? B.'ye sordum, ne diyor P diye. o da şaşırdı. bir kaç kere daha tekrar etti P, o güzel ve anlaşılır türkçesiyle, "denizde kocaman taşlar, denizde kocaman taşlar". bir baktım sağıma, denize, 2-3 küçük adacık. bir ada olmak için çok küçükler, ama denizde taş olmak için de kocaman.

çok benzettim sana. dayısının yeğeni. bir kamerası eksik elinde. dayısı da denizde, kocaman bir taşın değil ama, kocaman bir kayığın içinde. 

8 Mayıs 2011 Pazar

rüya

bu sabaha karşı rüyamda gördüm seni. daha önce de gördüğüm olmuştu, ama onlar rüyanın geneli içinde senin de göründüğün, bir-iki muhabbet edip başka yerlere akan rüyalardı. bu tamamen senin üzerine kurulu, seninle başlayıp biten, çok canlı bir rüya oldu.

eski evimle yenisinin karşımı bir mekandaydım rüyamda. aynı zamanda ikisiyle de alakası olmayan bambaşka bir evdi. ayaklarımı uzatmış oturuyordum. birden sehpanın üstündeki telefonum çalmaya başladı. panasonic model, eski bir telefonmuş. ekranda adın yazmıyordu, ama numara seninkiydi, hemen tanıdım ve kalbim çarpmaya başladı. en büyük korkum, numara senin olmasına rağmen bir başkasının alo deyip kötü bir haber verecek olması... korkakça bir alo çıkıyor ağzımdan, sonra senin sesini duyuyorum, hiç değişmemiş, yorgunluktan veya sıkıntı ve kederden eser yok, capcanlı bir ses. hem seviniyorum hem de meraklanıyorum. konuşmaya başlıyoruz. "bitti oğlum" diyorsun, "kurtulduk".

aşırı yaşanan rüya duyguları var ya, hani uyanıkken hissedemediğin korku, şaşkınlık, mutluluk, sevinç hislerini dolu dolu doyasıya yaşadığın rüya duyguları, rüya anları?! işte öyle dolu bir sevinç hissediyorum. konuşamıyorum, ebelek gübelek nasıl oldu, nerdesin soru cümlecikleri çıkartabiliyorum sadece. bir de B.'nin de haberi olmuştur di mi, eşşek diil ya önce onu aramıştır, ay çok şükür düşünceleri geçiyor kafamdan.

"dün bıraktılar bizi ama ancak arayabiliyorum" diyorsun. ama bu cümle tamamlanmadan sesin daha yakından gelmeye başlıyor, delirecek gibi oluyorum, çünkü sesin kapının arkasından geliyor. bir açıyorum ki elinde telefonla karşımdasın. bir an kalakalıyorum. o anda ilk dikkat ettiğim şey, korkularımın aksine sağlıklı göründüğün ve kilonun gayet yerinde olduğu. "şerefsiz piçler, en azından yemeklerini eksik etmemiş bari" diye düşünürken sarılıyoruz. bir daha bırakır mıyım lan seni diyorum.

sonrası çok kısa... oturup muhabbet ediyoruz, hiç bir şey olmamışçasına bir sürü başka konulardan konuşuyoruz. ama ara sıra omzuna, koluna falan dokunuyorum, gerçek mi, iyi mi diye yokluyorum.

hadi artık.

24 Şubat 2011 Perşembe

nice yıllara

gene yazamadım. bi sürü gelen giden. yeni evin kerametinden midir nedir, haftanın 3-4 günü bir misafirim oluyor. özhan daha yeni gitmişti ki, yarın ziynet geliyor. pazar günü o gittikten sonra önder burda. çarşambaya da annem gelecek. bir sen gelmiyorsun.

bir süre önce B. ile yazıştık, gelişme var gibi, belki de çok yakında dedi. daha doğrusu ben öyle anlamak istedim herhalde. her an bir haber bekliyorum.

kaç gündür de aklımda hep doğumgünün. bir süre aramayı ya da mesaj atmayı düşündüm. ama aradığımda telefon açık olacak mı, açıksa boktan ingilizcemle nasıl anlaşıcam heriflerle, diyelim anlaştım, bu sana her hangi bir sıkıntı yaratır mı? mesaj atsam, hani şöyle kıllanmayacakları şekilde hepi börtdey may bıradır falan gibi, söylerler mi sana, hatta insanlık gösterip onlar da doğumgününü kutlarlar mı? yoksa vay doğumgünüymüş ibnenin, pis burjuva, bizim halkımız açlıktan kırılırken senin arkadaşların doğumgünü kutluyor ha, gel bakalım biz de seninkini kutlayalım diyerek ters bir şeyler mi yaparlar!

B.'yi aradım en sonunda, bari onunla konuşayım diye, onun şahsında kutlama yaparken belki senin de kulakların çınlar dedim. yeğeni uyutuyormuş, E ile konuşup selamlaştım.

bisküvi ve süt aldım gelirken, puding vardı. pasta yaptım. şimdi soğumasını bekliyorum. küçük, renkli, komik mumlarım yok, ama romantik mumlarımdan birini yakıp senin için üfleyeceğim biraz sonra.

bir de şiir :

başımıza gelen bütün bu şeyler,
dünyada olmamaktan daha iyi.
hem bizim için hasret falan da neymiş ki!
sen orda yıldızlara bakar dalarsın,
ben burda cigaramı(*) yakar dalarım,
işte olur biter

(*) : en çok merak ettiğim şeylerden biri bu. hani iyi misin, değil misin bir yere kadar da, sigara durumu nedir, bulabiliyor musunuz, veriyorlar mı? ya da bırakmak zorunda mı kaldın!?

tutamıycam kendimi, geyik meyik ama bir şiir daha :

yapraklara dallara,
yeşillere allara,
nice nice yıllara,
tez buluşmalara,
bir daha hiç ayrılmamalara