27 Aralık 2010 Pazartesi

günler geçiyor, hatta seneler

yarın sabahın köründe, yani aşağı yukarı 6 saat sonra kalkıp yollara düşeceğim. ankara yolcusuyum bu sefer. zaten neredeyse her hafta bir kere görüyorum o sevimsiz şehri. öbür gün de izmir bir ihtimal. geçen hafta da denizli, sakarya ve gene ankaradaydım. sene sonu ya, duruşmaları sıkıştırdılar bu günlere, habire gidip geliyoruz bir yerlere.

ben böyle şehirden şehire, istanbul içinde de semtten semte koştururken, senin bir yerde sabit kalman, kalmak zorunda bırakılman daha da zor geliyor. malum "kulağı kesik"lik hikayemden öğrendiğim en önemli şey, özgürlüğünün elinde olmaksızın ve isteği dışında kısıtlanmasının insanı delirecek bir noktaya getirebileceği. e, ben on günlük hikayem esnasından delirebileceğimi düşünmüşsem, sen ne haldesin şimdi kimbilir? burada tek teselli, yalnız olmaman ve birgün biteceğini bilmek. ha bir de şu var: ben on günlük hikayem esnasında B.'ye ve o zamanki sevgilime destansı ve sanat dolu mektuplar yazmıştım, sen dönüşte milyon tane senaryo çıkartırsın.

ama işte günler geçiyor, hatta yıl bile dönüp 2011 oluyor ya, geçmesini beklemek çok zor geliyor. işim gücüm itibarıyla en çok başıma gelen ve aslında son derece alışık olmam gereken bir şey beklemek. ama davanın sonuçlanmasını ya da duruşma saatinin gelmesini beklemek başka, seni beklemek başka.

demin ankaradan "o sevimsiz şehir" diye bahsetmiştim ya, nasıl da değişiyor insanın bakışı ve düşünceleri. küçükken, yaşamayı en çok istediğim şehirdi ankara. azıcık sağını solunu bilmem, içinde de bir kaç tanıdığımın yaşaması ve doğup büyüdüğüm o şehirden büyük ve uzak olması yetiyordu bana.

sonra izmir geldi. ankarada okumadığıma binlerce kere şükrettiren o şehir. orada da çok mutluydum ve gene yetiyordu herşeyi. başka yerde yaşamayı düşünemiyordum bile.

istanbul hakkındaki fikrim ise çamur atmaktan ibaretti: nasıl yaşanır o karmakarışık ve lüzumsuz büyük şehirde? bir de çok kızıyordum istanbula. seni ve B.'yi almıştı elimden, kalakalmıştım izmirde. nasıl da koymuştu ikinizin birden istanbula yerleşmeniz ve bir daha izmire gelme, orada yaşama ihtimalinizin olmaması.

yılları buldu istanbula gelmem, gelir gelmez de çok sevdim. -yine- fazla fazla yetiyor ve buradan başka bir şehirde yaşamayı da -yine- düşünmüyorum!

ama B. de sen de gene kaçtınız elimden. B. önce ibrani alfabesine, sonra arap alfabesine merak sardı, sendeyse önce bir kıbrıs sevdası sonra da sinbad ve yedi denizler macerası.

bu sefer yağma yok ama, peşinizden oralara gelemem. gelebilecek olsam da bok mu var oralarda? istanbuldan güzeli yok ki! yedi tepeden birini illa beğenirsiniz nasılsa.

roller dağıtıldı: ben bekleyenim, siz de dönecek olanlar. ben bekleyeceğim, siz döneceksiniz. napalım saatler, günler geçsin, yıl dönüp 2011 olsun.


22 Aralık 2010 Çarşamba

afyonlu steven segal

bunu  da eklemeyi düşünüyordum ne zamandır, hep unutuyordum. kısmet bugüneymiş. biraz dikkatli izle, bak nasıl muhteşem hareketler yapıyorum.

ne zormuş beklemek

üzülsek de büzülsek de hayat devam ediyor ya, aklıma geldikçe ayrıca canımı sıkan bir mevzu bu da.

her dakika bir şeyler geçiyor kafamdan, şunu mu yazsam, bunu mu anlatsam diyorum. ama bak kaç gün geçti, koşturucam, ankaraya, denizliye gidicem, oraya buraya yetişicem derken iki dakika oturamadım bilgisayarın başına.

aslında çok bir şey de olmuyor hayatımda. yeni evimin hevesi devam ediyor sadece. fırsat bulduğumda oturuyorum pencerenin kenarına, göğe bakıyorum, suya bakıyorum, ufak tekneler geçiyor, büyük tekne içindeki seni düşünüyorum. geçen gece sabaha karşı uyandım, tabak gibi bir ay gökyüzünde. gene sen geldin aklıma, hasta olurdu burda olsa görüntüye, bi sahne ayarlayıp çekerdi anında, bir de burada içebilsek bir an önce diye düşünürken buldum kendimi... eski sevgililerimden bunu duyup da kıskanacak çok kişi var.

bu da başka bir şeyi getirdi aklıma: geçenlerde şehir dışındaki bir arkadaşımın kız arkadaşı iş için buraya geldi, yanında da başka kızlar. buluştuk yemek yedik. çok da tanımıyoruz aslında birbirimizi, ama laylaylom konuşuyoruz. bir ara benim yaptığım bir espri üzerine "aa, gey misin yoksa" gibi güya esprili salak bir yorum yaptı. ben de "ilk 5 yıllık planımda yok" diye bir cevap verdim. "hoooo, 5 yıl sonra gey olacaksın demek kiiiii, hihihiiiii" demez mi! "bak canım" dedim(biliyorum, hayat tecrübesinin kralını yaşayan sensin, ama ben de bazen böyle salak ağır abi hitapları kullanıyorum), "ben sadece büyük konuşmamaya çalışıyorum. zira bugüne kadar hangi konuda büyük konuştuysam yanıldım. hiç sigara içmem derdim, şimdi bayıla bayıla içiyorum. istanbulda katiyen yaşayamam derdim, şimdi bayıla bayıla yaşıyorum. dolayısıyla, kesinlikle gey olmam diyip, bir adamla bayıla bayıla sevişirken bulmak istemiyorum kendimi" diye cevap verdim. olmuş mu?

geçen cumartesi ÖA geldi karısıyla, büroya uğradılar. antalyadalarmış şimdi. ama yakında istanbula dönme ihtimalleri varmış. senden konuştuk haliyle. güldük de seni anarken, ama konuşmanın çoğu karamsarlık ve çaresizlik.

ben hep Ö diye bildim onu, annelerimiz aynı okulda öğretmendi ya, neredeyse bebekliğimizden tanışıyoruz ve hep Ö olarak biliyoruz. babası ortaokulda fen dersi vermişti bana. sayısal derslere yatkınlığımı(!) düşününce yediğim küfürlerin, hadi küfür değilse de "yazık, nasıl adam olacak bu çocuk"ların haddi hesabı yoktur herhalde.

sen A olarak biliyordun onu. okulda onu kullanmayı seçmişti belki. ama ben bir türlü alışamadım.

cumartesi dikkat ettim, karısı da A diye çağırıyordu. zorladım kendimi biraz öyle seslenmek için, hem karısı garipsemesin diye düşündüm, hem de sana bir selam göndermiş oldum içimden.

hani geçenlerde becerebilirsem fotoğraf çekip yükleyeceğim demiştim ya, işte becerdim. bak, bu geçenlerde bok attığım eski evimden :


(ev sahiden bir halta benzemiyordu, hele mal gibi 3 sene oturduktan sonra iyice emin oluyorsun buna. ama balkonu çok güzeldi. özellikle gece ve ayışığı altında)

bu da yeni evimden, gel de içelim dediğim yerden :


bak burada yazıyorum, havaya suya sağa sola bakıyorum, ara sıra bir sigara yakıyorum :


inşallah dönüp bu yazıları okumandan ve resimleri görmenden çoook önce burada rakımızı içmiş olacağız... bekliyorum. azıcık zor oluyor, ama ne yapalım, katlanacağız.

17 Aralık 2010 Cuma

oldu mu şimdi

bugüne kadar oyun gibi gelmişti bana.

bunda B. ile hiç ayrıntılı konuşamamış oluşumuz kadar benim de sorgulamamış oluşumun etkisi var. tamam şaka değildi bu durum, ama en fazla ne olacaktı ki? sizinle, seninle ne dertleri olabilirdi ki? hatta ciddi ciddi en başta gelen kaygım, sahip olduğun "ezilenlerin, tutunamayanların yanındayım,  bundan sonra ben de korsanım" diyebilme kapasiten ve ruh halinle somali dolaylarında bir devrim hareketi başlatmandı... dönüşünde sohbetlerimizde nasıl da uzatacaktık sabahlara kadar bu olanların muhabbetini. sakin sakin yazıyordum şurada. oldu mu şimdi!?..

şimdi...

tokatı yedim

B. nasıl dayanıyor, bilmiyorum. ya annen?

gene yazacağım.

ama elli kat daha ağır gelecek.

16 Aralık 2010 Perşembe

fuat için

sevgili arkadaşlarım,

aşağıdaki başvuru metnini okuyunca durumun vehametini anlayacağınızı biliyorum, ama bir kere de burada özetlemek istiyorum.

hepinizin tanıdığı, arkadaşımız fuat bir süredir gemilerde çalışıyordu ve en son çalıştığı gemi 3,5 ay önce somalide korsanlarca kaçırıldı.

açıkçası her ne kadar kaygılansam da ilk baştaki hissim bunun bir macera olduğu ve kısa zamanda sonlanacağı, sonrasında da fuatla bol bol geyiğini yapacağımız yönündeydi... ne de olsa korsanların mürettebatla bir derdi olamazdı ve geminin sahibi şirket fidyeyi ödeyene kadar "misafir" ediliyorlardı. kendimi şimdiden fuatla bunun muhabbetini yapacağımız neşeli günlere hazırlıyordum.

ancak ablasından(banu) dün aldığım bir mesaj ödümü koparttı ve olayın ciddiyeti suratımda bir tokat gibi patladı. banu mailinde, kendisini en son geminin kaptanıyla görüştürdüklerini, bu görüşmede korsanların artık kendilerine verdikleri su ve yiyeceği iyice kestiğini, ölümle tehdit etmeye başladıklarını, her sabah döverek uyandırdıklarını öğrendiğini söyledi... sinirden, kederden ve çaresizlikten gebermek üzereyim.

keşke başta ben olmak üzere, bu maili yazdığım siz sevgili arkadaşlarım eski sat komandoları olsaydık, ekibi yeniden topluyoruz deseydim ve zart diye bi uçağa atlayıp denizleri aştıktan sonra uydu bağlantılı süper bilgisayarımızdan yerini tespit ettiğimiz gemiye bir baskın düzenlemek suretiyle hain korsanları alt ederek fuatı ve diğer masum rehineleri kurtarsaydık.. ya da okuduğum onca süpermen, örümcek adam, conan bana fiziksel olarak da bir şeyler katsaydı.

gerçek dünyadaki seçeneklerimiz malesef sınırlı... aslında seçeneklerimiz nelerdir, onu bile bilmiyorum doğru dürüst. aklıma gelebilen tek şey dış işlerinin web sitesine bakmak oldu ve orada doğrudan başbakanlığa yönlendirilen bir bilgi edinme ve dilekçe hakkı başvuru formu buldum. forma aşağıdaki metni işledim ve gönderdim.

sizden istirhamım, aynı metni, eğer olursa faydalı olabileceğini düşündüğünüz eklemelerle yine aşağıda bulunan linkten ulaşacağınız bilgi edinme formuna işleyerek göndermeniz. yine eğer bir ihtimal dış işlerinde vb tanıdığınız varsa ulaşmaya çalışırsanız da çok iyi olur. ya da aklınıza gelen başka bir şey olursa birlikte bir şeyler becerebilmek için elimden geleni yaparım.

bir faydası olur mu, bilmiyorum. ama denize bir taş attım ve taşın yaratacağı dalga belki somali açıklarına ve fuatın gemisine ulaşır diye umuyorum. keşke elimizden bir şey gelse diye düşüneceğinizi biliyor, fuatın hatırına bir taş da siz atarsınız diye siz bir kaç yakın arkadaşımıza yazıyorum.

sevgilerimle


serdar gümüş




Sayın Yetkili,

Fuat Özçelik ismindeki çocukluk arkadaşım, sahip olduğu sertifika tahtında "Gemi Adamı" olarak çalışmaktadır. Çalışmakta olduğu Malta bandıralı gemi Eylül 2010'da Somali açıklarında seyir halinde iken, Somalili deniz korsanlarınca kaçırılmıştır.

O tarihten beri kendisiyle doğru düzgün iletişim kurulamamış, yine çocukluk arkadaşım olan ablası Banu Özçelik'le 20-30 günde bir olmak üzere çok kısıtlı ve İngilizce görüşmesine izin verilmiş, bu görüşmelerde de geminin sahibi olan Yunan şirketinin ve şirket sahibinin ödeme yapmaya yanaşmadığını, bu sebeple korsanlar arasındaki durumlarının gün geçtikçe sıkıntılı ve dahası tehlikeli bir hal aldığını bildirebilmiştir.

En son görüşmesinde, kendi ifadesiyle "artık kendilerine verilen su ve yiyeceğin iyice azaltıldığını, sürekli ölümle tehdit edildiklerini ve sabahları dövülerek uyandırıldıklarını, her an fiziki ve psikolojik baskı altında olduklarını" söyleyebilmiştir.

Bildiğim kadarıyla gemide 2 Türk personel daha mevcuttur.

Sunulan durum muvacehesinde bilginize başvurma ve aşağıda arz olunacak taleplerde bulunma zarureti hasıl olmuştur. Şöyle ki,

1- Devletimizin ve Dış İşleri Bakanlığımızın yurt dışında bu tür zor durumlarda kalan Türk vatandaşlarını selamete ulaştırmak ve vatana dönüşlerini sağlamak için yapabilecekleri ve bunun için izlediği prosedür nedir?

2- Durumun vehameti ve aciliyeti karşısında başkaca yollar izleme imkanı mevcut mudur?
3- Bugüne kadar bu olay özelinde Fuat Özçelik ve diğer 2 Türk personel hakkında tarafınıza ve/veya Dış İşleri Bakanlığımıza yapılmış başvurular üzerine her hangi bir gelişme meydana gelmiş midir?

4- Türk hükümetinin ve Dış İşleri Bakanlığı'nın bu olayla ilgileri ve çözümüne katkıları ne seviyededir?

5- Bir Türk vatandaşının başına gelen bu olaya seyirci ve ilgisiz kalınmayacağına emin olmakla birlikte, politik ve fiili bir acziyet veya imkansızlık halinde bireysel olarak izleyebileceğimiz yollar var mıdır?

Olayın hassasiyetle takip ile gereğinin acilen ifa edileceğine inanıyor, tarafıma en uygun sürede cevap verilmesi hususunu da bilgi ve takdirlerinize arz ediyorum.

Saygılarımla

15 Aralık 2010 Çarşamba

okumak bile zorken yazamıyorum

ben yazamıyorum. bugünlerde çok kötüyüm. kendimi devlet, avukat kapısı aşındırmaya verdim. verdik. birsen'le beraber. sana birşey olma ihtimalini düşündükçe delirecek gibi oluyorum. senin orada olduğunu ciddi ciddi düşündükçe de. sen şu an ne bileyim 5 yıldızlı bir otelde keyif yapıyor olsan bile 'çok özledim, hadi gel artık' diyecekken nerede ve ne durumda olduğunu düşününce hiç bir yere sığamıyorum.
o yüzden yazamıyorum, sana uzaklardaki kardeşimmişsin, korkunç bir ayrılık halindeymişiz gibi yazamıyorum. uzaktaki sana seslenip kavuşacağımız günün hayalini kuramıyorum. yazınca çok gerçek oluyor. bu bloğu, S.nin yazılarını okumakta bile çok çok zorlanıyorum.
ne zaman ki biraz hafiflerim, daha eğlenceli gibi yazabilmeye başlarım ya da en azindan daha guclu belki o zaman...
simdilik S.nin yazilarini okuyacagim kendimde guc buldukca

not: bugunler, korsanlarn size yemek, su vermeyi kestikleri, sizi oldurmekle tehdit ettikleri ve sabahlari doverek uyandirmaya basladiklari gunler (eger yakup kaptan yanlis bilgi vermediyse)

14 Aralık 2010 Salı

fotoğraflar

on gün kadar oluyor, yeni bir eve taşındım. hala kiradan kurtulamadım ve üstelik bu seferkine eşşek yüküyle ödüyorum... ama bunu sen de dert etmiyordun zaten, değil mi!

bu seferki evim çok güzel. biliyorum, güzellik anlayışımız genelde pek uyuşmuyor, ama ev güzelliği söz konusu olduğunda ortak noktalarımız daha fazla diye düşünüyorum. zaten bu ev bakımından tartışmamız da pek mümkün olmayacaktır. öncekiyle kıyaslanmaz desem? "öncekiyle ne kıyaslanabilir ki zaten" diyeceksin belki. evet o ev boktandı. ama balkonu, akşamları güneşinin batışı, geceleri aydedesi... bir de, evdi işte bir şekilde, evimdi. sevmeyip de ne yapacaktım!

ama bunu daha görür görmez vuruldum. ışığı da, şekli de, manzarası da çarptı beni. becerebilirsem önümüzdeki günlerde aydınlık bir zamanda çekeceğim bir fotoğrafını yükleyeceğim. ama seveceğine adım gibi eminim. beraber haliçe bakıp alkolik olacağız. bir dahaki 29 ekim fişeklerini ve boğaz köprüsü aydınlatmasını da buradan beraber seyrederiz.

taşınma telaşı sırasında annem de buradaydı. uzak bir kuzenin düğünü için gelmişti. ama ben aynı güne nakliyecileri ayarlayınca düğün hikaye oldu. iyi ki hikaye olmuş, yoksa biz hikaye olurduk. annemin burada olması nasıl da iyi oldu! elbette eşya taşıtmadım kadına, ama yerleştirme, çamaşırlar, mutfak işleri... hepsini benim halledemeyeceğim bir çabukluk ve mükemmellikte hallediverdi.

on gün kadar oluyor dedim ya, hala yerleştirmedim bir sürü şeyi. eski kanepemi ayrıldığım evde bıraktım. burası için yeni bir şey alacaktım ama kira, depozito, emlakçı parası derken iyice ayrılan kıçıma bir de kanepe sokamayacağım. bir ay bekleyecek. haliyle ben de bekleyeceğim. kanepe olmadan da eşya yerleştirmek içimden gelmiyor. ilk bir ay göçebe görüntüsü vereceğim; etrafta kutular, poşetler.

poşetleri yavaş yavaş boşaltıyordum aslında. ama bugün elimi attıklarımın ikisinden mektuplarım ve fotoğraf albümlerim çıktı. başladığım bütün işler duruverdi.

albümleri karıştırmaya başladım. ilki şişman bir bebek olduğum zamanlara ait. sonra sünnet fotoğraflarımla başlayana geçtim, ortaokul ve liseyi de aradan çıkardım.

askerlik fotoğraflarımdaki yakışıklı deniz subayı nereye gitti şimdi diye düşünmeye başlamıştım ki, karamürselde beni ziyarete geldiğiniz günden üç fotoğraf açıldı önümde. ikimiz bir masada kafa kafaya vermişiz, sigara içiyoruz(söylemeden geçemeyeceğim, keşke askere gitmiş olsaydın diye düşünüyorum sıkça. ama vardır bir hayır diyeceğiz artık). çok tanıdık geldi sahne, üzerimdeki asker kıyafetini ve aradan geçen yılların suratlarımıza kondurduklarını çıkar, sanki daha dün  çekilmiş.

üç şey düşündürdü bu üç fotoğraf bana :
1- seni
2- aslında dört tane olan bu fotoğraflardan en sevdiğimin(haliyle en yakışıklı göründüğümün), eski bir sevgilimde kalmış olduğunu ve B. filmleri daha sonra bulamadığı için bir daha bastıramadığımızı
3- B.'nin gelirken bir benzinlikten aldığı "gecenin maskesi" isimli romanla başlayan dean koontz maceramın şimdi ikinci rafı doldurmak üzere olduğunu

ardından asıl fenaları geldi: bedesten, devrane, bir yılbaşında izmir cumhuriyet meydanı ve bir sonbaharda çandarlı fotoğrafları.

ağlaya ağlaya baktım hepsine. güldüklerim de oldu, ama çoğunlukla ağladım. sadece sana değil. babama, dedeme, başka ölenlere, bebekliğini görüp büyüdüklerini bildiklerime, saçlarıma... "yitirdiğimiz masumiyetimiz"e ağlamadım, ama o günlerin saflığı içimi burktu biraz.

Ç'ye güldüm : sapına kadar devrimcisinden değildi belki, ama beline kadar uzun saçlısından bir odtülüydü. şimdi göbeği saldı salacak bir aile babası. devranede B. ve seninle bir pozu var, pişmiş kellelerinizi masanın üzerine koymuşsunuz, nasıl komiksiniz. nasıl tanıdıksınız o bakışlarınızla ve ruh halinizle.

bir tane de sen, ben ve Ç bedestendeyken. tişörtlerimizden bir yaz günü olduğu anlaşılıyor. mevsim itibarıyla sehpaya dönüşmüş olsa da gene o dandik katalitik(böyle mi yazılıyordu ki bu?) sobanın başındayız. arkada domino ve ören bayanlar, yukarıda fermuar ve bigudiler, önde bir demlik, çay bardakları ve bir paket kısa maltepe .. hani, çok klasiktir ama, büyümüşüz be. Ç'nin kısalan, benim dökülen saçlarımız sende sakal ve bıyık olarak boy vermiş, suratın adam suratı olmuş. eh, biraz da baban suratı. büyüdük diyorum ya, aslında yaşlandık. fotoğraflara baka baka ağlamamdan belli değil mi?

bu bayram (kurban bayramıydı, sen şimdi günleri hesaplayamıyor olabilir ya da bu yazdıklarımı okuduğunda karıştırabilirsin diye söylüyorum) babana uğradım gene. biraz tereddütlü ve sıkıntılıydım, nasıl anlatacağım adama nerede olduğunu, dahası neden olduğunu diye. ama ikinci fatihada çözüldü sorun. o zaten biliyormuş herşeyi, görüyormuş... bu arada, fatiha okumak manasız gibi görünebilir, ama yanlarına gittiğimde biraz konuştuktan sonra bundan başka bir şey gelmiyor aklıma. küçüklüğümüzden beri öğretilen iki iletişim yolu var olduğu için herhalde: biri bu, diğeri fincanı ters çevirip üzerine parmak bastırmak.

daha ne fotoğraflar çıktı ama yoruldum ağlamaktan. geldiğinde beraber bakıp gülmek ve içlenmek üzere kaldırdım hepsini... mektupları hiç ellemedim!

11 Aralık 2010 Cumartesi

filistin günlüğü

ilk tanıştığımız günleri düşündüm bugün.. ve ilk sohbetlerimizi hatırlamaya çalıştım.

filistinde aldığım eğitim sırasında öğrendiğim "fırtınada kibritle sigara yakma yöntemi"ni duyduğunda nasıl da hayret etmiştin. takdir ve hayranlığın yanısıra bir parça kıskanıp özendiğini de hissetmiştim, ki seni inandırdığım bu senaryoyu ne kadar kısa tutmuşsam da, yıllar sonra annenin "S yüzünden başladı çocuğum sigaraya" lafını duyduğumda bu sahne aniden gözümde canlanınca içim cız ederek sorumluluğumu sessizce kabullenmiştim.

sonraki konuşmalarımız hep kitaplar, şarkılar, hayat-memat ve elbette karşı cins üstüneydi. ilk defa bir sevgilim olmuştu o sıralarda. o zamana kadar bizden ışık yılları uzakta duran o cinsten biri yakınıma gelivermişti ve artık hakkında legal(!) hayaller kurabileceğim, hatta biraz daha ileri gidip düşlerimde "ayıp şeylere giriş" pratiklerini yaşayabileceğim biri vardı.

ne çok konuştuk bu birileri hakkında. ne çok birileri oldu hayatımda... bu tarzımı gerçekten kınıyor musun, yoksa yalnızca bir anlam veremediğin için bana da bir gün anlamsız gelmesini ve "evet sen haklıydın" dememi mi bekliyorsun, hiç emin olamadım. buna karşılık senin manen bu kadar doluyken madden bu kadar uzak kalman da beni şaşırttı hep...(sanırım sen ve birileri hakkındaki düşüncelerim ayrı bir günün konusu olmalı. sindire sindire yazmalıyım)

bu biri(leri) yüzünden seni ve B.'yi ihmal ettiğim, zaman zaman da istemeden/bilmeden/farkına bile varmadan kırdığım günler oldu. B.'de, arşivlerinin tozlu bir köşesinde de olsa, bu kırgınlığın bir kısmının hala kayıtlı olduğunu düşünüyorum; seninse, ilk andaki "adetten sayılacak" kızgın imajını hakkını vererek sergiledikten sonra, beni daha iyi anladığını... aslında belki de kızgınlığın bile yoktu. deneysel yaklaşıyordun olanlara; merak ve ilgiyle gözlemliyor, sonrasında bir de benim tarafımı dinleyip, sindirip kaydediyordun.

küçücük olarak hatırlıyorum o zamanlardaki halini. çocukluktan yenice çıkmıştın ve son derece hevesli, coşkuluydun. geçen yıllar bu ateşini söndürmedi de, gizlemeyi/dizginlemeyi öğretti sana sanırım.

sen küçücüktün de ben ne kadarcıktım sanki..

ama bir konuşmamız geldi şimdi aklıma. net hatırlayamıyorum da, aramızdaki 3 yaş farkla ilgiliydi. 3 yaş da olsa fark, B. ile ben akran olduğumuz için birbirimizi bazı konularda daha iyi anlayabiliyor, özellikle ailevi ve toplumsal bakışları, mahalle baskılarını -kabullenmesek de- "bu böyle" deyip geçebiliyorduk, kendimizi ayarlayabiliyorduk, bana göre. sense bunu son derece katı bir şekilde "kaypaklık/kabullenmek" olarak yaftalıyordun. gayet iyi anlasan da bizi, kızıyordun gene de. asıl meselen ise hemen ardından gelmişti: "beni hep küçüğünüz olarak gördünüz, göreceksiniz; cümle arası suskunluklarında birbirinize müstehzi bakışlar atıp 'ah ne zaman adam olacak bu çocuk' diye iç geçireceksiniz".

belki lüzumsuz ve kaale alınmaya değmez, ama sohbeti güzel dertlerimiz...

hiç "adam" olma.. varsın biz "müstehzi" bakışlarımızı atalım sana farkettirmeden. 3 yaş küçüğümüz ol, çocuk ol, yeterki yanımızda, yakınımızda ol.

10 Aralık 2010 Cuma

iki şehir, bir ülke

kendim için bir şehir ismi yazabileceğim buraya. B. için de...

ama senin için, kocaman bir ülke ismi yazmaktan gayrısını yapamıyorum. bunun vahim tarafı, aslında o ülkenin kocaman mı yoksa bit kadar bir yer mi olduğunu dahi bilemiyor olmam. bambaşka hikayelerle kulağıma çalınmıştı adı, ama tam yerinden bile bihaberdim, nerede kaldı boyu posu, şehirlerinin ismi! hem bir şehir adıyla anılabilir mi ki olduğun yer?

sen şimdi, birdenbire gerçek olan o hikayelerden birinde misin sahiden?

ne yalan söyleyeyim, B.'den ilk duyduğumda şaka gibi gelmişti... sonraki ilk düşüncem "gene buldu macerayı" oldu, hemen ardından da "macera değil ki bu, ya bir şey olursa!" kaygıları.

ama şimdi en keyifli düşüncem, döndüğünde yapacağımız konuşmalar ve her fırsatta araya sıkıştıracağın, B.'nin ve benim çenemizi kapatmakta kullanacağın "ben hayat tecrübesinin allahını yaşadım" pozların

asmalımescitte, arslanda içerken hayal ediyorum ikimizi. gene yağmurlu bir havada, sokaktan tek tük insanlar geçerken. ikinci dublede, muska böreğiyle köfte arasında, bilmem kaçıncı kez hayal gibi maceralarını dinlerken... babalarımıza kayacak bir ara konuşmamız gene, ağlar gibi olup "saçmalamayalım oğlum" diye güldüreceğiz birbirimizi. sonra ben boktan bi sebepten kızıp kırılacağım, artist S olacağım; sen hemen üstüne manalı manalı bakacaksın ve hatırlatacaksın hayat tecrübesinin, maceranın allahını yaşadığını, artistliğimin artık sana sökmeyeceğini..

işte o zamana kadar burada biriksin istedim birşeyler. şimdi belki yalnız hissediyorsun kendini ya, geldiğinde, okuduğunda anla ki, hiç olmadığım kadar seninleydim.

ben bir şehirde, B. bir şehirde, sen bir ülkede... senin için bir şehir adı veremiyorum, onun yerine sensiz günlerimin anılarını veriyorum. ya da B.'nin de imkanı oldukça sensiz günlerimizin anılarını.

iyi günlerimizde okumak dileğiyle...